Ben seni gizli sevdim, bilmedim âlem duyar."
- Diyarbakır Türküsü (Bkz: Celal Güzelses)
"Modern insan kafirdir. Tabiatı-bitkileri-hayvanları katletmektedir; Güneşe-aya-yıldızlara kör kalmıştır. Ruhu kaçmıştır. İnsan tabiata karşı terörist kesilmiştir. Karıncaların ve toprağın canlılığı üzerine erimiş asfalt dökmesi bundandır."
- Lütfi Bergen
Gribin tüm "haşmetü ve kudretü" ile üzerime yürüdüğü bir sabah vakti, kahvaltıdan hemen sonra kendime bir bitki çayı hazırladım. İçinde türlü türlü bitkiler. Şifa niyetine. Hikmet-i Hüda. Çözümü antibiyotikte, hapta, şurupta, iğnede aradıkça bir yere varamıyoruz. İyileştiğimizi zannediyoruz içimiz çürürken. Bunu yeniden ve yeniden fark etmek insanı yaralıyor çoğu kez. Üzüyor. Doğanın hikmetleri karşısında mahcup düşürüyor. Tam da böyle bir zamanda ilaç gibi bir okuma yapmak isterken kütüphanemde bekleyeduran "Beyhude Ömrüm"ü çıkarıp girdim yatağımın serin kıvrımlarına. Yanımda bitki çayım, çevirdim sayfaları.
"Ben en iyisi şuradan hatun ile kıza birer çift çorap alayım, birer de yazma. Ya oğlanlar. Alaman çakısı diye tutturmuş büyük. Kaç paradır acaba? Köylük yerde çakı şart. Heleki yaşın ufak ise. Bize de yeni yetmeliğimizde bir araya gelince çakıları çıkarırdık. Hadi bakalım kimin çakısı kiminkini yiyecek. Ağızlarını birbirine dayar, bastırıp sürterdik. Hangisi zedelenirse onu at gitsin, yaramaz. Alaman çakısının üstüne yoktur. İlla ki Solingen marka olacak. Küçüğe de halkalı şeker. Anlaşılan biraz mesarif edeceğiz: gaz, tuz, lamba şişesi. Sat anasını; ne de olsa ucunda koca bahçe duruyor."
Eylül 2001'de görücüye çıkan "Beyhude Ömrüm", Mustafa Kutlu hikâyeleri arasında en sevilenlerden. Düşünün ki aradan 11 yıl geçtikten sonra ocak 2012'de 19. baskısını yapmış. Günümüzün popüler, 2 ayda bir baskı yapan kitaplarını sallayın çöpe. Bu kitapta bir bahçeye verilen gönül, bir bahçenin peşinden geçen ömür var. Sonrasında modernizm geliyor köye. Yol geliyor, elektrik geliyor. Ama herkes gidiyor. Şehre. Köyde kimse kalmıyor. Kalanlar yalnız, gidenler gurbetle evlenmiş gibi.
"Ulan şu suyu bulalım benden sana bir yeni fistan söz. Aha şuraya yazıyom, diye işaret parmağım ile yere bir çizgi çektim. Gülüştük. Nedir yani; bir karı-kocanın dağ başında bir köylü de olsa, birbirini sevip sayması bahtiyarlık değil midir. O sıra her ikisi de birbirine bakıp: "Cenab-ı Hak seni bana, çoluk-çocuğuma bağışlasın" diye içinden geçirmesi çok mudur. Her derdin ilacı; bir tatlı tebessüm, iki güzel söz."
Dayı, Hacı Abi, Muhtar Halil, Deli Derviş, Tahsildar Atıf, Çerçi Cemil, Emrullah Hoca, köylü kadınlar, türkü tutturanlar, diline mani dolayanlar, birbirine takılmadan duramayanlar, aşağı köyün serseri oğlanları, serpilip evlenme yaşı gelen kızlar, biraz büyüdü mü İstanbul yolunu tutturmak isteyenler, gidip de dönmeyenler, dönüp de bulamayanlar, bahçeler, tarlalar, ağaçlar, meyveler, geçim sıkıntısı, elektrik, yol, su, devlet... İnsan kitabı bitirince "keşke dizisi çekilse" diyor, sonra da hemen utanıyor. Ne olurmuş dizisi çekilirse? Çekirdek çitlemeye meşgale. Televizyon denen kutu önce anlamayı, sonra da anlatmayı söktü aldı ruhlardan. Okuyup da anlamak en güzeli, lezzetlisi olarak kaldı, kalıyor.
"Gidin bakalım. Her güz kurulur bu kervan. Köy kendini geçindiremiyor. Gurbetin geliri olmasa halimiz harap. Güzün gidecek, bahara yonca biçimde dönecekler. Bazıları artık dönmüyor. İstanbul gurbetinde yerleşip kalanlar var. Köyün nüfusu gide gide azalıyor. Onlar da oraya bir bahçe kurmaya gidiyorlar. İnsanoğlu dünyaya niçin gelir? Herhalde bir bahçe kurmaya gelir. Bu düşünce ile gülümsüyorum. Dünya dediğimiz de bir gurbet değil mi?"
Nurettin Topçu insanı ve var olmayı, Cengiz Aytmatov da insan ile toprağı kimselerin anlatamayacağı kadar anlatmış, aktarmıştır. Mustafa Kutlu da bu mirasa sahip çıkmış, insanı ve çiçeği, fidanı, meyveyi; beyhude geçen bir ömürle dile getirmiştir. Maksadı hep aynıdır: bir ağaç gölgesinde cıgara yakmak. Yoksa yazmakla nereye kadar. Yaşamak daha güzeli. Peki bir bahçe hayaliyle yaşamak, bahçe diriliğiyle ölmek? En güzeli.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
No comments:
Post a Comment