Porta Portese ganimetlerimizi bırakmak için otele uğruyoruz. Tertemiz çarşaflarımız ile doğal taşlarla kaplanmış duşumuz birbirinden cazip, ama Roma'dayız, bu yüzden odada mayışarak değil, yemek yiyebileceğimiz ve gelip geçeni izleyerek yayılabileceğimiz bir yerde enerji toplamaya karar veriyoruz.
Yatağın cazibesine kanmadan, Via del Corso'da bir önceki akşam görüp de gözümüze kestirdiğimiz Flann the O'brien'in yolunu tuttuyoruz. Bu pub'ın sloganı "drink different". Şişe veya kutu bira servis etmiyorlar, bunun da çevreyi korumak bakımından oldukça önemli olduğunu savunuyorlar. Savundukları tek şey bu değil, İtalyan yemekleri ile İngiliz birasının birbirine çok yakıştığını da vurguluyorlar. Ama o an canımız muzur bir şey yemek istiyor, biramızın yanına bir sosisli söylüyoruz.
Roma'ya daha önce yolum düşmüştü. 2007 yılı mıydı net olarak hatırlayamadığım bir senenin yazında fakülteden arkadaşım Simge ile birlikte, Amsterdam, Frankfurt, Barselona, Marsilya, Cannes, Roma, Pisa, Venedik, Budapeşte, Viyana şeklinde bir rotada interrail biletimiz ile bir ay seyahat etmiştik. Daha sonra ben ondan ayrılarak, tek başıma tren ile Sırbistan ve Bulgaristan üzerinden Türkiye'ye dönmeye niyetlenmiş, şaka gibi bir hikaye ile Sırbistan'da bir gece göz altında kalmış, cebimdeki son para ile Bulgaristan'dan bir otobüs bileti alarak, sefil bir halde Esenler Otogarı'na ulaşmış ve babamı arayarak beni oradan almasını istemiştim.
Çılgıncaydı, komikti, heyecanlıydı ve sefildi. O dönemlerde ne yazık ki, blog yazmıyordum, Amerika'daki work&travel maceram gibi, Avrupa'daki interrail'in de kayıtları yok elimde. Belki ileride bir gün, bol bol vaktim olduğunda, seyahatte tuttuğum defterleri derleyerek blog yazısına dönüştürebilirim; ama ne yazık ki, sonradan yazmak hiçbir zaman sıcağı sıcağına anlatmak kadar güzel olmuyor.
Her ne kadar, bir önceki Roma seyahatimin kayıtları olmasa da, o zaman Roma'daki tarihi "mutlaka görülmesi gereken adresler"e uğramış, Collesium'da, Trevi Çeşmesi'nde, İspanyol Merdivenleri'nde yüzer tane fotoğraf çekilerek turistik sayfayı kapatmıştım.
Annemin yeni bir şehir keşfetmek anlayışı da, tarihi yerleri görmekten ziyade, orada yaşayanların hayatına ve kültürlerine sızmak, yemeklerini yemek, sokaklarını arşınlamak olduğundan ve Collesium sağındayken, sol tarafındaki mandalina ağaçları daha çok ilgisini ve dikkatini çektiğinden, bu seyahatin konsepti müzelerin peşinden koşmak değil, lezzet duraklarını yakalamaktı.
Yine de bulunduğumuz şehir Roma olunca, bu tarihi sokakları gezmemek ayıp olur diyerek, kişi başı 20 euro vererek, bir hop on hop off otobüsün tepesine kuruluyoruz. Hiç yorulmadan, şehri gezmek her zamanki gibi çok keyifli. Hoşuma giden her şeyin fotoğrafını çekiyorum:
Turumuz bitince, adettendir diyerek Trevi Çeşmesi'ne gidiyoruz. Trevi Çeşmesi'ne para atmanın şans getireceğine ve çeşmeye para atanın mutlaka Roma'ya döneceğine inanılır. Atılan paraları geceleri evsizlerin çeşmeye girerek topladığını bilmeme rağmen, Roma'ya tekrar gelmek için 1 euro harcamakta hiçbir sakınca görmüyorum.
Trevi Çeşmesi'ne karşı birer küllah dondurmayı da mideye indirdikten sonra, İspanyol Merdivenleri'nde oturup kalabalığı izliyoruz ve karnımızın acıktığını fark ediyoruz. İşin doğrusu, İtalya'dayken her yerden o kadar güzel kokular geliyor ki, hep açız.
Böylece Roma'nın bence en en güzel sokağı olan Via della Croce ile tanışıyoruz. İspanyol merdivenlerinin karşı sırasında Longchamp mağazasının arasındaki sokak, Via della Croce...
En güzel şarküteriler, en güzel pastaneler ile tam bir gurme sokağı burası. Nedense iki adım uzağındaki İspanyol Merdivenleri turistler ile dolup taşıyorken, burası lokal insanlarla dolu.
Pizza için doğru adresin Napoli olduğunu öğrenmiş olmamıza rağmen, o güzelim mozerella ile nerede pizza yersek yiyelim bayılıyoruz.
Via della Croce'nin 27 numarasında şarküteri Fratelli Fabbi, 76 numarasında güzel bir bar olan L'Antica Enoteca ve 82 numarasında şehrin en iyi tiramisucusu Pompi var.
L'Antica Enoteca'da birer kadeh şarap yuvarladıktan sonra, Pompi'den tiramisularımıza kavuşuyoruz. Gerçekten zevkten öldürebilecek orgazmik bir lezzet.
Bu sokakta ayrıca çok güzel butikler, kırtasiyeler, seks shoplar ve ne sattığı meçhul ama zevkli mağazalar var.
Daha sonra İtalyan markalarının mağazalarının bulunduğu Condotti'de ve Zara, Mango gibi zincir markalara ev sahipliği yapan upuzun bir cadde olan Via del Corso'da geziniyoruz. Bağdat Caddesi gibi alışveriş caddeleri bunlar, ama fıkır fıkır insan kalabalığı, sahte cüzdanlar ve çantalar satan zencileri ve sokak performansları ile yürümeyi çok keyifli hale getiriyorlar.
Daha alternatif alışveriş adreslerine ihtiyacınız olursa, genç tasarımcıların butiklerinin olduğu Via del Babuino ve Via del Boschetto'yu listenize ekleyebilirsiniz.
Alışverişin peşinde hangi caddede koşarsınız keyfinize bırakıyorum; ama bir kere daha vurguluyorum ki; Roma'ya yolunuz düşerse Via della Croce'deki herhangi bir mekanda oturup bir kadeh Chianti yuvarlamayı ve Pompei'nin tiramisusunu tatmayı ihmal etmeyin. :)
Dip Not: Başlık, Robert DeNiro'dan.
No comments:
Post a Comment